Matbah-ı Âmire’den Metaverse’e

Perşembe, Kasım 28, 2024

Nereye gidersek gidelim, kiminle olmayı seçersek seçelim, hangi teknolojinin hangi evreninde seyredersek seyredelim asıl mümkünü hep aynı gözle, aynı pencereden izleyerek göremeyiz. Kitap okumak için okuma gözlüğü, güneşe bakabilmek için güneş gözlüğü , yapay gerçeklikte var olabilmek için sanal gerçeklik gözlüğü kullanıyorsak hayatımızın farklı anlarında da neyi görmek istiyorsak veya neye görmek için yöneliyorsak, o şeye dair bir ön bilgimiz bulunmalı.

İnsan, hayatla pazarlıksız bir alışverişe anlaştığında ancak, aldıklarının yanı sıra kendi verdiklerinin yalnızca yaşamanın zekâtı olduğunu anlayabilir. Çünkü kendisine verilenler, biriktirip topladıklarının en az kırk katıdır. Buna sevdiklerinin kalp atışları da dâhil olmak üzere, sayamayacağı onca nimeti sıradanlaştırması yine kendi ellerinden doğsa da bahsedilene hürmet ancak iyi bir insan olmaktan geçebilir. Niyetim herhangi bir hukuki düzenleme veya tartışmaya yol açmak değil. Bulunduğum yer itibarıyla biliyorum ki iyileşmenin yolu bir şeyleri düşü nerek derinlemesine, genişlemesine düşü nerek anlama ve kavramaya doğru atılan adımlarla yalnızca bir yaklaşık çerçevesinde şekillenebilir. Bu anlama çabası boyunca sesin, mekânın ve zamanın etkisi kavramlarımızı, inandıklarımızı, uyguladıklarımızı bir üst seviyeye taşıyabilir. Nitekim “Arap’ın Arap olmayan üzerine bir üstünlüğü , Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur” doğru. Ancak bazı ayların diğer aylardan, bazı günlerin diğer günlerden üstün tutulması gibi bazı mekânlar da diğer mekânlardan üstündür. Bir bakıma bazı ruhlar da diğer ruhlardan üstünlüğü itibarıyla iyiliği, diğerlerine göre bir nebze daha fazla yayabilir mi?

Ruhunu daraltan hız ve anlamsız boşluklardan sıyrılabilmesi için insanın terk-i diyar eylemeden evvel, ara ara tebdil-i mekândaki ferahlığa sığınması önerilebilir. Bu nedenle gönlüme, ruhuma esenlik veren şehirlerden biri de İstanbul’dur. Onca kalabalığına rağmen tercih edilmiş yalnızlığımı yedi tepesinden birine en güzel hâliyle iliştirebildiğim, hem de hiç yadırganmadan,
oralıymışım gibi karşılandığım yegâne şehir... Göz göze gelmeyi kabul ettiğim ilk andan itibaren sunduklarıyla hayretten hayrete düşüren şehir... Bunu bir İstanbul güzellemesi yapmak için söylemiyorum. Sanırım, olanı artık olduğu gibi kabullenemeyişimizden dolayı kendimizi birçok güzellikten mahrum bırakıyor ve bunu, güzelliğini anlamlandıramadığımız, asıl dilini unuttuğumuz, sesine kulak vermediğimiz İstanbul’u çirkinleştirerek yapıyoruz üstelik. Bir şehrin ritminin değişebileceğini, o ritmin o şehre yeni bir benlik kazandırmaktan ziyade, onun henüz görülmemiş yanlarını açığa çıkardığını, bugünle dünü harmanlamanın imkânlarını kabul etmeyerek, o şehirle tanışmak için yeni bir adım atmayarak yapıyoruz. Bizim reddettiğimiz şey, o şeyi bütünüyle yok etmediğine göre olan yine kendimize oluyor, yitiriyoruz o şehre mensubiyetimizi.

Birkaç yıl önce bir ağustos günü kalabalık turist kafilelerini ve orta bahçenin kızıl güllerini ardımda bırakıp sağımda kalan
matbah-ı âmire’ye yöneliyorum. Burası Topkapı Sarayı’nın çeşitli mutfaklarından biri, büyük mutfak. Saraydakilere yiyecek içecek sağlayan, normalde en az bin beş yüz, ortalama üç bin, en fazla on bin kişiyi doyurabilecek bir altyapıya sahip çeşitli mutfakların merkezindeki ana mutfak. Her mutfak sarayın bir bölümünü besliyor; Valide Sultan Mutfağı, Harem Mutfağı, Enderun Mutfağı, Dîvân-ı Hümâyun Mutfağı... Her mutfakta bir aşç ıbaşı, pilavcıbaşı, kebapçıbaşı, sebzecibaşı vs. görev alıyor. Mutfağın sol tarafında kalan sedef kakma çatal-kaşıklara göz atmadan önce sağ tarafa doğru, büyük kazanların bulunduğu alana geçiyorum. (Şu satırları yazarken dahi ruhum tam olarak orada. Sarımtırak taş duvarların gölgesi arasında ilerliyorum, mekânın ruhunu içime işleten şeyi bir kez daha görmek için...) Mutfağa girdiğim andan itibaren beklediğim, müzevâri açıklamalarla göz gezdirdigim kazanların ön kısmında beyaz kumaş üzerine renkli desenlerle bir yazının işlendiği bir önlük çekiyor dikkatimi. Tahmin ettiğim açıklamaya doğru eğiliyorum, şu yy.’da şu sebeple şu şehirde dokunmuştur, falanca aşçıya aittir. Öyle olmuyor, mantığımın hesabı tutmuyor bu defa. Küçücük bir açıklama notunun üzerinde o an, o mutfakta öylece bulunabileceği aklımın ucundan geçmeyecek iki satırlık şu beyit yer alıyor:

Efendimsin, cihânda i’tibârım varsa sendendir
Miyân-ı âş ıkânda iştihârım varsa sendendir.

İnsan, beklenmedik anlarda nefesini kesen, kalbini genişletenlerle karşılaştığında ne yapacağını bilemiyor. Zamanının durduğundan emin değilim ama yavaşladığı kesin. Müzedekiler nereye gitti? İç imde “Efendimsin, cihanda itibarım varsa sendendir” sözleri çoğalarak yankılanıyor. Yürüyorum, odanın geri kalan kısmını, sarayın diğer alanlarını geziyorum. Ama ne zamanki bahçeye çıkıp gökyüzüyle göz göze geliyorum, bir kez daha dile geliyor satırlar. Sanki onları yüzyıllar sonra yeniden azâd ediyorum. Efendimsin, cihanda itibarım varsa sendendirle kaplanıyor masmavi gökyüzü. Görüyorum. Açıklamada satırların kimin olduğuna yer verilmediğinden ötürü uzunca bir müddet sözlerin Şeyh Galip’in gönlünden döküldüğü nü bilmiyorum. Öğrendiğimde taşlar yerine oturuyor: İlk başlarda bu beyitin, önlüğü n mutfaktaki konumunu yadırgamış olsam da bu inci satırların, el işlemeli sedef kakma eserlerin yakınında konumlandırılmasını bir nebze anlayabiliyorum. Böylelikle aslında işlevi gereği sıradan diye niteleyeceğimiz mutfak bir anda bildiğimiz birçok mekândan üstün bir konuma yükseliyor gözümde. Sırf Şeyh Galip’in münâcâtını en yalın şekliyle bizlere iletirken zamanı kendince genişletti diye...

Yalanlarının ilk şahidi olmasına rağmen her doğruya mutlak delil bekler insan. Hatta öyle ki bir defa var olanın bütün mümkünlere yol açabileceğini, yalnızca düşü nmekle değil, bizzat deneyimleyerek görse de o doğruyu kabullenmekte güç lük çeker. Ayın ortadan bölünmesi dahi yetmez onu ikna etmeye. Oysa
bir kişiye nasip olanın, bir ihtimali bütünüyle mümkünleştirdiğinin bilinci doğurur o sonsuz inancı. İşte belki de bu yüzden Batı’nın zaman ve mekânda yolculuk isteği sadece Doğu’da gerçekleşebilir... Çü nkü yalnızca Aristo mantığı üzere kurulu dünyanın icatları hep yatay aks üzerinde ilerler. Yeni, yeniyi doğursa dahi insana dair derin bir yolculuğu olağan dışı bırakır. Ancak dikey yolculuğun temelinde akıl hareket merkezi olmamalıdır ki ya benliğin derinliklerinde ya da tanrısal yücelikte bir nebze olsun yol alınabilsin. Miraca inanmayanların harcı değildir bir rüyayı hayra yormak, bir kerameti, hakkıyla aydınlatabilmek. Lügatte yeri olmayan kelimelerin sosyo-kültürel bir yapıda, o yaşam ve düşü nce biçiminde varlığı mümkün müdür? Bast-ı zaman ve tayy-i mekândan bihaber olanlar hangi zaman, hangi mekânda yolculuk edebilir? Tanrıyı reddeden insanların bu yolculuklardan maksadı ne olabilir?

Metaverse’in tanrısı kim diye sormuştu bir başka ağustos akşamı henüz yeni tanıştığım bir yazar. Şirkin ateşli sınırlarında gezinirken küstahça yadırgamıştı verdiğim Allah cevabını. Belki de daha net ifade etmeliydim: er-Rakîb, el-Alîm, eş- Şehîd kim ise, o. Oysa derdim sorduğu soruyla değil sorunun dile getirilme biçimiyleydi. Nitekim bazı soruların diğerlerine üstünlüğü de sorunun şekillendirilmesinden kaynaklanır. Fe eyne tezhebun1 veya efela takılün2’da olduğu gibi... Bir rüzgârla Hindistan’a götürüldüğü - müzde ya da tek tıkla üst kâinata ışınlandığımızda, nereye gidersek gidelim bütün kaçışlar O’na değil midir? Aslında o yazarın sormak istediğini kısmen tahmin edebiliyorum: Metaversete tanrı nerede? İnsan fıtratı yapay bir âlemde değişmeyeceğine göre, tanrıyı çok boyutlu dünyamızda nerede konumlandırıyorsak, orada. Kendimizi iki boyutlu bir dünyaya sıkıştırdığımızda ancak benliğimizi yücelttiğimize inandığımız ve belki de zihinlerimizin uyuştuğu esnada bizi manevi olarak kendisinden uzaklaştıran yer neresiyse, orada. Tanrının varlığını reddetmese dahi bütüncül varlığını sorgulayanlara cevabın bir defa daha Yunus’tan gelmesinin mantıkla açıklanabilir bir yanı bulunmamasına karşın söz yine ona düşüyor:

Ne Tûr’um var ne turağum

Hiç yirde yokdur karârum

Hakk’a münâcât itmeğe

Bellü yirüm yokdur benüm.

 Nereye gidersek gidelim, kiminle olmayı seçersek seçelim, hangi teknolojinin hangi evreninde seyredersek seyredelim asıl mümkünü hep aynı gözle, aynı pencereden izleyerek göremeyiz. Kitap okumak için okuma gözlüğü , güneşe bakabilmek için güneş gözlüğü , yapay gerçeklikte var olabilmek için sanal gerçeklik gözlüğü kullanıyorsak hayatımızın farklı anlarında da neyi görmek istiyorsak veya neye görmek için yöneliyorsak, o şeye dair bir ön bilgimiz bulunmalı. Ama bu bilginin mutlak bilgi olmadığını, hatta bu bilgiyi ancak o şeyi gördüğümüzde kısmen çoğaltabileceğimizi kabullenerek uzanmalıyız o şeyi daha da görünür kılacak, yalnızca o şeye dair perdeli gözlüklerimize. Aksi hâlde görmek bir yana dursun, kör olabiliriz. Nitekim dengesini yitiren her ışık, taşınamaz hâle geldiği kadar körleştirebilir de. Bir çocuğun kalbine inmek istiyorsak onun seviyesine inip göz göze gelmeliyiz. Bir babanın gözyaşını dindirmek istiyorsak sarılmadan önce göz göze gelmeliyiz. Dünyayı anlamak istiyorsak dünyayla göz göze gelmeliyiz. Ancak hayatı anlamaksa niyetimiz, ölümün gözünün içine bakabilmeliyiz.

dipnotlar

1 Tekvir Suresi, 26. ayet: “Bu gidiş nereye?”

2 Saffat Suresi, 138. ayet: “Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Telve'nin 13. sayısını okumak için tıklayınız.
Telve'nin tüm sayılarını okumak için tıklayınız.


İlgili Haberler

duyurular

Çarşamba, 11 Aralık 2024

duyurular
Duyurular

Alan Uzmanı Alımı Başvuru İnceleme Sonuçları

Pazartesi, 09 Aralık 2024

yurtdisi-vatandaslar
Yurtdışı Vatandaşlar

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) tarafından düzenlenen “YTB Hukukçular Buluşması” 6-8 Aralık tarihleri

Pazartesi, 09 Aralık 2024